Ne güzel şimdi
oralar. Taksim, Gezi... Sen de çoğumuz gibi Çapulcu musun, direniyor musun,
gelip gördün mü bilmiyorum ama çok garip bir enerji yükseliyor oradan.
Tarihi bir yer,
müze, tapınak gezerken ben hissettiğim enerjiyle çok saçma, fazla yoğun ruh
hallerine bürünürüm. “Burada kim bilir neler oldu, kim şuradan yürüyerek geçti,
kral bu taşın tam da şurasına basmış mıdır benim gibi? Buralarda birileri öldü
mü, şu köşede tarihi değiştirecek bir karar alındı mı?”
İşte şimdilerde
Taksim, Gezi böyle. Orada da tarih yazılıyor çünkü. Benim turistken aklımdan
geçenler seneler seneler sonra oralarda yürüyenlerin aklından geçecek,
ellerindeki kitaptan olup biteni takip ederlerken.
Taksim’in etrafı
çevrilip bu proje başladığından beri bir veya iki kez çıktım Taksim’e, onlar da
Odakule’den, meydanla muhatap olmadan... O yüzden meydan, araçların çift sıra
aktığı, arka kısımda otobüslerin durduğu, yanında bir akbil gişesinin olduğu,
yan yana birkaç saçma restoran ve tur şirketiyle Harbiye’ye uzanan eski haliyle
kaldı benim aklımda. Ve haliyle o imgeden bugünkü açık hava müzesine dönüşmüş
haline geçmek ve idrak etmek de bir hayli zor oldu benim için. Adeta bir zaman
yolculuğu yaşatıyor bana her gittiğimde, sanki ben bir travma geçirmişim de uyuyup
20 yıl sonra uyanmışım gibi. “Buralara ne olmuş böyle yahuu...”
Çocukken
oynadığımız, özellikle sokakta büyüyen benim jenerasyonumun oynadığı oyunlar
değişikti. Oradan buradan bulduğumuz iki tahta sandıkla araba yapar içine
binerdik, evden aldığımız çarşafı bir yerlere tutturur çadır diye altında
saatlerce otururduk. İki kayayı üst üste koyar koltuk yapar evcilik oynardık.
Çimler en rahat yatak, ağaçlar en maceralı duraktı. Sürekli ayakta durur,
sürekli koşturur, bağırır çağırır ama hiç yorulmazdık.
Gezi şimdi, bizim
geri gelen çocukluğumuz gibi.
Çünkü bu sefer,
orada iki taş üst üste kondu kütüphane oldu, herkes evinden bir şeyler getirdi,
kullanılmaz hale gelmiş, terkedilmiş otobüs oyuncak oldu, içine binip gider
gibi yapılıp kahkahalar atıldı, sokaktaki inşaatın içine gizlice girişlerimiz
gibi AKM’nin içine girip yüksekten seyrettik “mahalle”yi, iki tahtayı
birleştirip masalar kurduk eğreti eğreti, çöp poşetini serip üstüne oturduk,
bağırıp çağırıp, zıplayıp (zıplamayanın ne olduğunu biliyorsun) gülüp şarkı
söyleyip yorulunca, annemizin balkondan uzattığı gibi olmasa da, köfte ekmek
yedik, akşam karpuz yedik suları çenemizden aka aka, haberleşmeye gerek
kalmadan orada olduğunu bildiğimiz, sevdiğimiz insanlara rastladık, mutlu
olduk, bir şeyleri –zor şeyleri- birlikte elden ele hallettik büyüklerimiz bir
yerimize bir şey olur diye endişelenirken.
Aslında pek farkı
yok işte çocukluğumuzdan. Çocukken sokakta oynarken yaptığımız gibi oradan
buradan bulup getirdiklerimizle derme çatma bir dünya kurduk burada da.
O salaşlık, dağınıklık,
kalabalık, başına buyrukluk ama birlik, sevgi doluluk, o yüzdendir ki ben ve
benim gibilere şimdilerde adını koyamadığımız, çok tanıdık gelen ama bir türlü
tanımlayamadığımız, tarifsiz mutluluklar veriyor. O yüzdendir ki ısrarla
ellemeyin orayı, böyle kalsın ne olur diye direniyoruz. O yüzdendir ki çapulcu
lafına bayılıyor çapulcu olmakla gurur duyuyoruz. Biz çocukluğumuzdan beri
çapulcuyuz çünkü.
Bütün bu hissi
yoğunlukla herkes bir anda geçti klavyenin başına, döktü içinde ne varsa. O
klavyeler ki devrim başlattı, hayat kurtardı ve hatta memleketi değiştirecek. (Ve
hatta belki de memleketi değiştirecek yazıp sildim, hoşuma gitmedi o belki...) Tek
satırlık, “öööf lanet yine mi Pazartesi yığaaaa”lı, ona buna laf çakmalı,
gerzek esprili durum güncellemeleri gitti farkındalık geldi. Sana demiyorum,
kendimden çıktığım yolda güzelleşen herkese diyorum.
Paragraflarca
yazıyor herkes şimdi. Elinin böyle güzel kalem tutacağını asla tahmin edemeyeceğim
insanların bile içinden çağlıyor söyleyecekleri. E söyleyecek söz de çok hani.
O kadar uzun zamandır hiç bir şey söylemedik ki.
Tabii ki benim de
çok yazasım var. Bilmeden ne çok şey biriktirmişim meğer. Ama öyle çok şey
söyleniyor ki sanki sıra bana daha gelmedi gibi hep. Sanki eylem hali daha
elzemmiş gibi. Az laf çok iş ya hani.
Ama söylemem de
lazım... Bana bir şey oldu çünkü. İçimde bir çark dönmeye başladı... Bilmediğim
bir “ben” geçti dümene.
Ben; önyargılarla
dolu, şekilci ve memleket meselelerine karşı kendince, inceden, bazen yalandan duyarlı
ama son derece bıkkın bir apolitiktim. (Ne güzel bir –di li geçmiş zaman ekisin
sen böyle)
Bunların nasıl
değiştiğini anlatmayacağım, orasını biliyorsun zaten.
Benim anlatacağım
eskisi, öncesi. Birileri olup bitenle mücadelesini kısık sesle yıllardır
verirken, benim tuzum kuru (niyeyse), her şeyden bihaber oturduğum köşede “ya”
diyorum “arkadaş, bu devrimci kadınlar neden hep bıyıklı?” Arkasından alıyor bizi
bol gülmeceli bir geyik muhabbeti.
Kadının derdi, bir
meselesinin varlığı mevzu değil, giydiği yeşil parka, boynundaki garip desenli
fular ve en çok da bıyıkları mevzu. “Kadın bıyıklı yahu!”
Cuma gecesinden
beri uyumak yerine, gözüm ekranda, sanki bakmazsam ve uyursam ihanet
edecekmişimcesine yorgunluktan bayılarak uykuya dalınca, her geceyi sokaklarda
bağırarak geçirmeye başlayınca, gözüm gaza, yüzüm talcid’e doyunca, sesim
bağırmaktan Harbiye’de göbek atıp, omuzlarını titreterek direnen travesti
çapulcu ablalarımınkine dönünce, her gün saatlerce ayakta durmaktan belim
delice ağrımaya başlayınca, içimde çalışmaya başlayan o çark yüzünden artık
yavaş yürüyemez olup her yere koşarak, büyük adımlarla ve bir hırsla gitmeye
başlayınca, sadece rock müzik dinlemeye başlayınca, ne giyindiğime bakmadan
sadece almam gerekenleri alıp almadığıma endişelendiğim sırt çantalı sabahlara
uyanınca, tarzım kendi kendine “o kadının” tarzına benzemeye başlayınca
anladım, bana bir şey oluyor.
Ama bana bir
şeyler olduğunu esas, bu koşturmanın içinde yüzümü yıkadığım, şirazemin son
derece kayık olduğu bir sabah, kafamı kaldırıp aynaya baktığımda anladım.
Bıyıklarım çıkmış!
Apolitik bir
umursamazdan direnen bir çapulcuya uzanan evrimimi bıyıklarım ile tamamladım
desene! Demek ki o yüzdenmiş, o kadının öncelikleri başkaymış, devrim öyle
kolay iş değilmiş, mesaisi yoğunmuş. Demek ki neymiş? Eşi benzeri olmayan bir
aymazlıkla atıp tutmak kolaymış, devrim özveri işiymiş. Mevzular mühimmiş,
gerisi teferruatmış.
Velhasıl,
bakımsızlığımla hiç bu kadar gurur duymamıştım. Yaşasın devrim, yaşasın uyanış,
yaşasın aşıkmışçasına bir atan kalpler, yaşasın hoşgörü, yaşasın tarifsiz
birlik duygusu, yaşasın gençlik, yaşasın çocukluk hislerinin uyanışı, yaşasın
yeşil, yaşasın Gezi ve tabii ki yaşasın bıyıklı kızlar!
Biliyorsun, direnen
kızlar çok güzel J
Süpersin :)
YanıtlaSilYaşasın bıyıklarımız!