7 Haziran 2013 Cuma

Diren Selin!


Ne güzel şimdi oralar. Taksim, Gezi... Sen de çoğumuz gibi Çapulcu musun, direniyor musun, gelip gördün mü bilmiyorum ama çok garip bir enerji yükseliyor oradan. 

Tarihi bir yer, müze, tapınak gezerken ben hissettiğim enerjiyle çok saçma, fazla yoğun ruh hallerine bürünürüm. “Burada kim bilir neler oldu, kim şuradan yürüyerek geçti, kral bu taşın tam da şurasına basmış mıdır benim gibi? Buralarda birileri öldü mü, şu köşede tarihi değiştirecek bir karar alındı mı?”

İşte şimdilerde Taksim, Gezi böyle. Orada da tarih yazılıyor çünkü. Benim turistken aklımdan geçenler seneler seneler sonra oralarda yürüyenlerin aklından geçecek, ellerindeki kitaptan olup biteni takip ederlerken.

Taksim’in etrafı çevrilip bu proje başladığından beri bir veya iki kez çıktım Taksim’e, onlar da Odakule’den, meydanla muhatap olmadan... O yüzden meydan, araçların çift sıra aktığı, arka kısımda otobüslerin durduğu, yanında bir akbil gişesinin olduğu, yan yana birkaç saçma restoran ve tur şirketiyle Harbiye’ye uzanan eski haliyle kaldı benim aklımda. Ve haliyle o imgeden bugünkü açık hava müzesine dönüşmüş haline geçmek ve idrak etmek de bir hayli zor oldu benim için. Adeta bir zaman yolculuğu yaşatıyor bana her gittiğimde, sanki ben bir travma geçirmişim de uyuyup 20 yıl sonra uyanmışım gibi. “Buralara ne olmuş böyle yahuu...”

Çocukken oynadığımız, özellikle sokakta büyüyen benim jenerasyonumun oynadığı oyunlar değişikti. Oradan buradan bulduğumuz iki tahta sandıkla araba yapar içine binerdik, evden aldığımız çarşafı bir yerlere tutturur çadır diye altında saatlerce otururduk. İki kayayı üst üste koyar koltuk yapar evcilik oynardık. Çimler en rahat yatak, ağaçlar en maceralı duraktı. Sürekli ayakta durur, sürekli koşturur, bağırır çağırır ama hiç yorulmazdık.

Gezi şimdi, bizim geri gelen çocukluğumuz gibi.

Çünkü bu sefer, orada iki taş üst üste kondu kütüphane oldu, herkes evinden bir şeyler getirdi, kullanılmaz hale gelmiş, terkedilmiş otobüs oyuncak oldu, içine binip gider gibi yapılıp kahkahalar atıldı, sokaktaki inşaatın içine gizlice girişlerimiz gibi AKM’nin içine girip yüksekten seyrettik “mahalle”yi, iki tahtayı birleştirip masalar kurduk eğreti eğreti, çöp poşetini serip üstüne oturduk, bağırıp çağırıp, zıplayıp (zıplamayanın ne olduğunu biliyorsun) gülüp şarkı söyleyip yorulunca, annemizin balkondan uzattığı gibi olmasa da, köfte ekmek yedik, akşam karpuz yedik suları çenemizden aka aka, haberleşmeye gerek kalmadan orada olduğunu bildiğimiz, sevdiğimiz insanlara rastladık, mutlu olduk, bir şeyleri –zor şeyleri- birlikte elden ele hallettik büyüklerimiz bir yerimize bir şey olur diye endişelenirken.

Aslında pek farkı yok işte çocukluğumuzdan. Çocukken sokakta oynarken yaptığımız gibi oradan buradan bulup getirdiklerimizle derme çatma bir dünya kurduk burada da.

O salaşlık, dağınıklık, kalabalık, başına buyrukluk ama birlik, sevgi doluluk, o yüzdendir ki ben ve benim gibilere şimdilerde adını koyamadığımız, çok tanıdık gelen ama bir türlü tanımlayamadığımız, tarifsiz mutluluklar veriyor. O yüzdendir ki ısrarla ellemeyin orayı, böyle kalsın ne olur diye direniyoruz. O yüzdendir ki çapulcu lafına bayılıyor çapulcu olmakla gurur duyuyoruz. Biz çocukluğumuzdan beri çapulcuyuz çünkü.

Bütün bu hissi yoğunlukla herkes bir anda geçti klavyenin başına, döktü içinde ne varsa. O klavyeler ki devrim başlattı, hayat kurtardı ve hatta memleketi değiştirecek. (Ve hatta belki de memleketi değiştirecek yazıp sildim, hoşuma gitmedi o belki...) Tek satırlık, “öööf lanet yine mi Pazartesi yığaaaa”lı, ona buna laf çakmalı, gerzek esprili durum güncellemeleri gitti farkındalık geldi. Sana demiyorum, kendimden çıktığım yolda güzelleşen herkese diyorum.

Paragraflarca yazıyor herkes şimdi. Elinin böyle güzel kalem tutacağını asla tahmin edemeyeceğim insanların bile içinden çağlıyor söyleyecekleri. E söyleyecek söz de çok hani. O kadar uzun zamandır hiç bir şey söylemedik ki.

Tabii ki benim de çok yazasım var. Bilmeden ne çok şey biriktirmişim meğer. Ama öyle çok şey söyleniyor ki sanki sıra bana daha gelmedi gibi hep. Sanki eylem hali daha elzemmiş gibi. Az laf çok iş ya hani.

Ama söylemem de lazım... Bana bir şey oldu çünkü. İçimde bir çark dönmeye başladı... Bilmediğim bir “ben” geçti dümene.

Ben; önyargılarla dolu, şekilci ve memleket meselelerine karşı kendince, inceden, bazen yalandan duyarlı ama son derece bıkkın bir apolitiktim. (Ne güzel bir –di li geçmiş zaman ekisin sen böyle)

Bunların nasıl değiştiğini anlatmayacağım, orasını biliyorsun zaten.

Benim anlatacağım eskisi, öncesi. Birileri olup bitenle mücadelesini kısık sesle yıllardır verirken, benim tuzum kuru (niyeyse), her şeyden bihaber oturduğum köşede “ya” diyorum “arkadaş, bu devrimci kadınlar neden hep bıyıklı?” Arkasından alıyor bizi bol gülmeceli bir geyik muhabbeti.

Kadının derdi, bir meselesinin varlığı mevzu değil, giydiği yeşil parka, boynundaki garip desenli fular ve en çok da bıyıkları mevzu. “Kadın bıyıklı yahu!”

Cuma gecesinden beri uyumak yerine, gözüm ekranda, sanki bakmazsam ve uyursam ihanet edecekmişimcesine yorgunluktan bayılarak uykuya dalınca, her geceyi sokaklarda bağırarak geçirmeye başlayınca, gözüm gaza, yüzüm talcid’e doyunca, sesim bağırmaktan Harbiye’de göbek atıp, omuzlarını titreterek direnen travesti çapulcu ablalarımınkine dönünce, her gün saatlerce ayakta durmaktan belim delice ağrımaya başlayınca, içimde çalışmaya başlayan o çark yüzünden artık yavaş yürüyemez olup her yere koşarak, büyük adımlarla ve bir hırsla gitmeye başlayınca, sadece rock müzik dinlemeye başlayınca, ne giyindiğime bakmadan sadece almam gerekenleri alıp almadığıma endişelendiğim sırt çantalı sabahlara uyanınca, tarzım kendi kendine “o kadının” tarzına benzemeye başlayınca anladım, bana bir şey oluyor.

Ama bana bir şeyler olduğunu esas, bu koşturmanın içinde yüzümü yıkadığım, şirazemin son derece kayık olduğu bir sabah, kafamı kaldırıp aynaya baktığımda anladım. Bıyıklarım çıkmış!

Apolitik bir umursamazdan direnen bir çapulcuya uzanan evrimimi bıyıklarım ile tamamladım desene! Demek ki o yüzdenmiş, o kadının öncelikleri başkaymış, devrim öyle kolay iş değilmiş, mesaisi yoğunmuş. Demek ki neymiş? Eşi benzeri olmayan bir aymazlıkla atıp tutmak kolaymış, devrim özveri işiymiş. Mevzular mühimmiş, gerisi teferruatmış.

Velhasıl, bakımsızlığımla hiç bu kadar gurur duymamıştım. Yaşasın devrim, yaşasın uyanış, yaşasın aşıkmışçasına bir atan kalpler, yaşasın hoşgörü, yaşasın tarifsiz birlik duygusu, yaşasın gençlik, yaşasın çocukluk hislerinin uyanışı, yaşasın yeşil, yaşasın Gezi ve tabii ki yaşasın bıyıklı kızlar! 

Biliyorsun, direnen kızlar çok güzel J



1 yorum: